Powered By Blogger

28 Aralık 2019 Cumartesi

Ve Sonsuza Kadar Mutlu Yaşadılar...

Bu blogu yeniden aktifleştirdiğimde kendimce hedeflerim vardı. Ayda bir mutlaka içerik oluşturacaktım, daha çok okuyacak, daha çok paylaşacaktım, kendime sınırlar koymayıp farklı alanlara da yönelecektim falan... Amaaa işler pek de öyle olmuyormuş. Çünkü ciddi emek ve zaman istiyor her şeyden önce. Kendi temel ihtiyaçlarım için bile vakit ayırmakta güçlük çektiğim bu dönemde, çıtayı kendim için epeyi yükseltmişim farkında olmadan. Hatta bir ara, bırakayım öylece kalsın dedim. Aslında doğrusunu söylemek gerekirse biraz da hevesim kaçmıştı bu işten. Elini sallasan kişisel bloga çarpan bu günlerde, ben ne sıfatla onlar arasında bulunuyorum sorusunu soruyordum kendime. Bir instamom değilim, olamam  ve olmayı da istemiyorum. Mütemadiyen haftasonlarını dışarda geçirmek, kocişli, prensesli/prensli, e bugünde böyle olsun dedik'li paylaşımlar yapmak bana göre değil. Bir ben mi yaşlandım ve kalabalıklardan tiksinir hale geldim bilmiyorum. Gittiğimiz yerlerde bir tane anı mahiyetinde kalması için fotoğraf çekmeye çalışıyorum ama çekilen onca fotoğraf karesinden genel olarak biri bile düzgün çıkmamış oluyor. Fotoğraf çektirelim derken de anın içinde kalmak mümkün olmuyor. Yani durum şu ki bu gün de bir instamom olamadım anne!🤷
Son yazımı yazdığımda, uzun zamandır sohbet etmediğim bir arkadaşım lütfen daha çok yaz diye mesaj atmıştı. Sonra başka güzel, beni mutlu eden geri dönüşler aldım okuduğum kitaplar, verdiğim tercihlerle alakalı. Bir de kankam "kimse için yazmıyorsan benim için yaz, ben çok beğeniyorum senin yazılarını" diyerek gazladı sağolsun. Sonra dedim ki ben bu blogu ilk açtığımda da sonradan yeniden yazmaya karar verdiğimde de bunu kendim için yaptım çünkü yazmak bana iyi geliyor.  Bazı anlar oluyor, yazmasam çatlardım diyorum mesela. İlk kompozisyonumu yazdığımda canım ilkokul öğretmenim Emine Çimen, "bu yeteneğinin üzerine git" demişti. Aradan yıllar geçti ama ben asla onun istediği kadar çalışkan ve azimli olamadım bu konuda. Keşke bu satırları okuyor olsa...(Yazar burada epeyi duygusallaştı.(ve kendine yazan kişi manasında yazar diye bahsettiğinin altını çiziyor)) Velhasıl kelam gitmiyorum efenim, canım istedikçe yazmaya devam edeceğim! Zira paşa gönlüm böyle arz buyurdular!
Bir güzel iç rahatlatma yazısından sonra gelelim yazının, asıl konusuna. Daha önce iki defa kitap inceleme yazısı yazmıştım ve bunlardan daha çok yazsana diye mesajlar almıştım 4 kişiden falan.😂  Okuduğum iki kitap da çok sorulunca ( ama bu gerçekten çok soruldu valla bak!🙈) yeni yazımı, bu kitaplar üzerinden ilişkiler hakkında yazayım dedim. O kitapların ilki, Amir Levine ve Rachel Heller'in kaleme aldığı Bağlanma isimli kitabı ve diğeri canım Bağırmayan Anne Baba Olmak kitabının da yazarı olan Hal Edward Runkel'ın, eşi Jenny Runkel ile yazdığı Bağırmayan Karı Koca Olmak isimli kitap. Aslında bu ilişkiler konusunda okumak istediğim bir kitap daha var. O da Birlikte İyi Hissetmek adında ama henüz o kitabı edinmediğimden, bu iki kitabı yazayım, onu da okuyunca bu yazıya bir edit yapar yeniden paylaşırım diye düşünüyorum.
Okuduğum iki kitabın da çevirmeni Ebrar Güldemler. Yeri gelmişken kendisinin Instagram hesabında bu kitapları anlattığı yazıları da çok kıymetli. Okumanızı tavsiye ederim.
İnsan ilişkiler kurarak hayatta kalan bir varlık. Var olduğumuz yer bile bir insan bedeni ve bunun için kadınlar olarak bizim seçilmiş olmamız beni inanılmaz mutlu ediyor. Henüz rahimde bir susam tanesi kadarken bile ilişki kuruyoruz. Annemizin dokunuşlarına, sesine, sevincine ve üzüntüsüne tepkiler veriyoruz. Doğumdan sonra da bu ilişkinin şekli, tüm hayatımız boyunca kuracağımız ilişkilere etki ediyor. İşte tam da bu sebepten anne-bebek bağlanması çok ama çok önemli. Çok severek izlediğim İstanbullu Gelin dizisinin bir sahnesinde Adem'in psikoloğu ona şöyle demişti: Biz psikolojide şöyle deriz Adem Bey, annenin doyuramadığını, dünya doyuramaz! Bu söz, sonsuza kadar kalbimde taşınmak üzere içime işlendi o an...
Bağlanma isimli kitap da hayattaki ilk bağlanmamızın önemiyle başlıyor ve sonrasında bağlanma çeşitlerini detaylıca anlatıyor. Daha iyi pekişmesi adına yazar, kendi iş hayatında tanık olduğu gerçek ilişkilerden örneklerle durumu somutlaştırıyor. O örnekleri okurken, aa bu ben, bu şu ve demekki yalnız değilmişim cümleleri içinizde yankılanıyor. Altını çize çize, bazen gözyaşı dökerek okudum. 3 temel bağlanma çeşidi bu kitapta geçiyor: kaygılı, kaçıngan ve hepimizin hayalini kurduğu güvenli bağlanma. Ben kendi bağlanma tipimin, kaygılı bağlanma olduğunu bu kitap sayesinde öğrendim. Bir tartışma sonrası neden böyle davranıyorum, aslında içimden geçen bunlar değilken, neden böyle cümleler kuruyorumun cevabı bu kitapta gizliymiş. Benim, kendimi ve ilişkimi tanımam da ilk rehber bu kitap oldu diyebilirim.
Eylül doğduğundan bu yana sanırım 3 roman okudum. Onun dışına tüm kitap siparişlerimi psikoloji kitapları oluşturuyor. Bir keresinde Kübra, sıkılmıyor musun sürekli bu kitapları okumaktan demişti. Belki siz de aman bu da psikolog kesildi başımıza diyorsunuzdur diye buraya da cevabımı yazayım. Hayır çünkü benim kendimle bir meselem var. İçimde bir yerlerde anlaşılmayı, görülmeyi ve kabul edilmeyi bekleyen bir çocuk var. Ben bu çocuğu, kızımla yeniden doğurdum! Benim hayatım da evliliğim de benliğim de Eylül'den önce ve sonra olmak üzere ikiye ayrılıyor. O küçük çocuğu görmeme ve tanımama vesile olduğu  için sonsuza kadar biricik kızıma minnettar olacağım.
Biz Ender'le çocuk sayılabilecek bir yaşta tanıştık. Kankalığımız aşka dönüştüğünde, belki çok klasik olacak ama onunla evleneceğimi biliyordum. Bunları yaşamamış biri olsaydım ve siz bana benzer bir hikaye anlatsaydınız, "off saçmalama Allah aşkına böyle şeyler yalnızca filmlerde ve romanlarda olur." derdim! Şöyle romantik, böyle destansı bir aşkımız var güzellemesi yapmak için bunu yazmıyorum. Aksine gayet sıradan bir aşkımız ve kavgalarımız var. Ama insanın ilk aşkıyla evlenebilmesi bu devir için biraz gerçeküstü bir durum kabul edelim. İlişkimizde iki çok büyük dönüm noktası vardı, biri düğün hazırlıkları evresi, diğeri de Eylül'ün 1 yaşına kadar geldiği süreç.
Ve şimdi dönüp, geriye baktığımda ikisinin de sebebinin kahrolasıca toplumsal baskılar ve dayatmalar olduğunu görüyorum.
Yuvayı dişi kuş yapar sözünü hangi atamız söylediyse, onunla öte tarafta çok ciddi bir kavgamız olacak, buradan ilan ediyorum! İki kişiden oluşan yuvayı neden yalnızca dişi kuş yapsın ve neden erkek kuşa her fikri sorulduğunda/işe dahil olunması istenildiğinde, ben anlamam yaa sen bilirsin sözlerine maruz kalsın! Bu zihniyeti sonsuza kadar reddediyorum. Sevgili oğlan çocuu ebeveynleri, bu zihniyeti kıracak olan sizlersiniz. Hadi size güveniyorum!
Bağırmayan Karı Koca Olmak kitabında da böyle bir hikaye anlatıyor yazar. Bazı satırları gülerek okumuştum. İkinizin ortak yaşayacağı ev ama dekorasyonla ilgili çoğu kararı kadın veriyor mesela. Erkekler de sen bilirsin, sen beğendiysen sorun yok gibi tamamen kavgadan kaçınan ama kadınları deli eden cümleleri kurmakla yetiniyor.
Bağırmaya Karı Koca Olmak, şiddetsiz iletişimin de temel dili olan ben dilinin önemine vurgu yapıyor. Yani diyor ki cesur olun ve istediğinizi, hislerinizi ifade edin. Yargılama yok! Suçlama yok! "Sen ...... yaptığında, ben ....... hissediyorum." Diyin. O an, asıl hissettiğiniz şeye, hangi duygunuzun karşılanmadığına odaklanmanızı öğütlüyor. Bunu bir örnekle açıklamak gerekirse, diyelim eşiniz sık sık dışarı çıkıyor, birlikte olduğunuz anlarda da ilgisi sizin dışınızda her şeyde o an hissettiğimiz öfkenin sebebi yalnız kalmak, ilişkide olma isteğinizin karşılıksız kalması. Biz hanımlar bu isteği ifade etmek yerine, genel olarak şöyle yaparız. Oflar, puflar, surat asar, çarpına çarpına bir şeyler yapar, alakasız konularda laf sokarız. Psikolojide bu tutuma pasif agresif davranış deniyor. Hal diyor ki bunun yerine cesurca kendi hissinizi söyleseniz, sorun kavgaya varmadan çözülecek belkide. Cesurca diyor çünkü insanın kendi hissini söylemesi, muhatabını suçlamaktan çok daha zor. Hissinizi söylediğiniz an, gardınız kalkar ve kırılganlıkla karşı karşıya kalırsınız. Bunu göze almak en büyük cesaret örneğidir. Brene Brown'un kırılganlık, utanç ve cesaret üstüne yapmış olduğu söyleşiyi de izlemenizi tavsiye ederim yeri gelmişken. Ve Hal belki diyor çünkü bu aslında bir çözüm önerisi değil. Size ilişkiniz üzerine tüyolar veren bir kitap değil. Bu kitap ilişkiniz için önce kendinize, kendi hislerinize odaklanmanızı söylüyor. Kadın ya da erkek, kitabı okuyan her kim ise... Bir ilişki iki kişinin sorumluğu da ancak şu an bu bilgiye kim hakimse, o da kendi payının hakkını vermeli diyor kısaca.
Ben de klasik bir pasif agresif davranışçıyım-dım. Hala gidilecek çok yolum var ve kırılganlığımı tamamen göğüsleyebicek tam bir cesaretim yok henüz. Velakin niyet etmiş bulunduk bir kere. Yol uzun, çetrefilli ama sahici!
Coğrafya kaderdir diyorlar ya hani, Orta Doğu'da kadın olmak da zor, erkek olmak da! Toplum her iki cinse de kaldıramayacağı yükler bindirmişken, sağlıklı ilişkiler kurmak bihayli zorlaşıyor. Ancak toplum dediğimiz sensin, benim. İşe önce kendimizle, kendi ilişkilerimizle başlamalıyız ki toplum değişsin, dönüşsün!
29. yaşımın son yarısında anlıyorum ki bağ bu dünyadaki en kıymetli şeydir!