Powered By Blogger

28 Aralık 2019 Cumartesi

Ve Sonsuza Kadar Mutlu Yaşadılar...

Bu blogu yeniden aktifleştirdiğimde kendimce hedeflerim vardı. Ayda bir mutlaka içerik oluşturacaktım, daha çok okuyacak, daha çok paylaşacaktım, kendime sınırlar koymayıp farklı alanlara da yönelecektim falan... Amaaa işler pek de öyle olmuyormuş. Çünkü ciddi emek ve zaman istiyor her şeyden önce. Kendi temel ihtiyaçlarım için bile vakit ayırmakta güçlük çektiğim bu dönemde, çıtayı kendim için epeyi yükseltmişim farkında olmadan. Hatta bir ara, bırakayım öylece kalsın dedim. Aslında doğrusunu söylemek gerekirse biraz da hevesim kaçmıştı bu işten. Elini sallasan kişisel bloga çarpan bu günlerde, ben ne sıfatla onlar arasında bulunuyorum sorusunu soruyordum kendime. Bir instamom değilim, olamam  ve olmayı da istemiyorum. Mütemadiyen haftasonlarını dışarda geçirmek, kocişli, prensesli/prensli, e bugünde böyle olsun dedik'li paylaşımlar yapmak bana göre değil. Bir ben mi yaşlandım ve kalabalıklardan tiksinir hale geldim bilmiyorum. Gittiğimiz yerlerde bir tane anı mahiyetinde kalması için fotoğraf çekmeye çalışıyorum ama çekilen onca fotoğraf karesinden genel olarak biri bile düzgün çıkmamış oluyor. Fotoğraf çektirelim derken de anın içinde kalmak mümkün olmuyor. Yani durum şu ki bu gün de bir instamom olamadım anne!🤷
Son yazımı yazdığımda, uzun zamandır sohbet etmediğim bir arkadaşım lütfen daha çok yaz diye mesaj atmıştı. Sonra başka güzel, beni mutlu eden geri dönüşler aldım okuduğum kitaplar, verdiğim tercihlerle alakalı. Bir de kankam "kimse için yazmıyorsan benim için yaz, ben çok beğeniyorum senin yazılarını" diyerek gazladı sağolsun. Sonra dedim ki ben bu blogu ilk açtığımda da sonradan yeniden yazmaya karar verdiğimde de bunu kendim için yaptım çünkü yazmak bana iyi geliyor.  Bazı anlar oluyor, yazmasam çatlardım diyorum mesela. İlk kompozisyonumu yazdığımda canım ilkokul öğretmenim Emine Çimen, "bu yeteneğinin üzerine git" demişti. Aradan yıllar geçti ama ben asla onun istediği kadar çalışkan ve azimli olamadım bu konuda. Keşke bu satırları okuyor olsa...(Yazar burada epeyi duygusallaştı.(ve kendine yazan kişi manasında yazar diye bahsettiğinin altını çiziyor)) Velhasıl kelam gitmiyorum efenim, canım istedikçe yazmaya devam edeceğim! Zira paşa gönlüm böyle arz buyurdular!
Bir güzel iç rahatlatma yazısından sonra gelelim yazının, asıl konusuna. Daha önce iki defa kitap inceleme yazısı yazmıştım ve bunlardan daha çok yazsana diye mesajlar almıştım 4 kişiden falan.😂  Okuduğum iki kitap da çok sorulunca ( ama bu gerçekten çok soruldu valla bak!🙈) yeni yazımı, bu kitaplar üzerinden ilişkiler hakkında yazayım dedim. O kitapların ilki, Amir Levine ve Rachel Heller'in kaleme aldığı Bağlanma isimli kitabı ve diğeri canım Bağırmayan Anne Baba Olmak kitabının da yazarı olan Hal Edward Runkel'ın, eşi Jenny Runkel ile yazdığı Bağırmayan Karı Koca Olmak isimli kitap. Aslında bu ilişkiler konusunda okumak istediğim bir kitap daha var. O da Birlikte İyi Hissetmek adında ama henüz o kitabı edinmediğimden, bu iki kitabı yazayım, onu da okuyunca bu yazıya bir edit yapar yeniden paylaşırım diye düşünüyorum.
Okuduğum iki kitabın da çevirmeni Ebrar Güldemler. Yeri gelmişken kendisinin Instagram hesabında bu kitapları anlattığı yazıları da çok kıymetli. Okumanızı tavsiye ederim.
İnsan ilişkiler kurarak hayatta kalan bir varlık. Var olduğumuz yer bile bir insan bedeni ve bunun için kadınlar olarak bizim seçilmiş olmamız beni inanılmaz mutlu ediyor. Henüz rahimde bir susam tanesi kadarken bile ilişki kuruyoruz. Annemizin dokunuşlarına, sesine, sevincine ve üzüntüsüne tepkiler veriyoruz. Doğumdan sonra da bu ilişkinin şekli, tüm hayatımız boyunca kuracağımız ilişkilere etki ediyor. İşte tam da bu sebepten anne-bebek bağlanması çok ama çok önemli. Çok severek izlediğim İstanbullu Gelin dizisinin bir sahnesinde Adem'in psikoloğu ona şöyle demişti: Biz psikolojide şöyle deriz Adem Bey, annenin doyuramadığını, dünya doyuramaz! Bu söz, sonsuza kadar kalbimde taşınmak üzere içime işlendi o an...
Bağlanma isimli kitap da hayattaki ilk bağlanmamızın önemiyle başlıyor ve sonrasında bağlanma çeşitlerini detaylıca anlatıyor. Daha iyi pekişmesi adına yazar, kendi iş hayatında tanık olduğu gerçek ilişkilerden örneklerle durumu somutlaştırıyor. O örnekleri okurken, aa bu ben, bu şu ve demekki yalnız değilmişim cümleleri içinizde yankılanıyor. Altını çize çize, bazen gözyaşı dökerek okudum. 3 temel bağlanma çeşidi bu kitapta geçiyor: kaygılı, kaçıngan ve hepimizin hayalini kurduğu güvenli bağlanma. Ben kendi bağlanma tipimin, kaygılı bağlanma olduğunu bu kitap sayesinde öğrendim. Bir tartışma sonrası neden böyle davranıyorum, aslında içimden geçen bunlar değilken, neden böyle cümleler kuruyorumun cevabı bu kitapta gizliymiş. Benim, kendimi ve ilişkimi tanımam da ilk rehber bu kitap oldu diyebilirim.
Eylül doğduğundan bu yana sanırım 3 roman okudum. Onun dışına tüm kitap siparişlerimi psikoloji kitapları oluşturuyor. Bir keresinde Kübra, sıkılmıyor musun sürekli bu kitapları okumaktan demişti. Belki siz de aman bu da psikolog kesildi başımıza diyorsunuzdur diye buraya da cevabımı yazayım. Hayır çünkü benim kendimle bir meselem var. İçimde bir yerlerde anlaşılmayı, görülmeyi ve kabul edilmeyi bekleyen bir çocuk var. Ben bu çocuğu, kızımla yeniden doğurdum! Benim hayatım da evliliğim de benliğim de Eylül'den önce ve sonra olmak üzere ikiye ayrılıyor. O küçük çocuğu görmeme ve tanımama vesile olduğu  için sonsuza kadar biricik kızıma minnettar olacağım.
Biz Ender'le çocuk sayılabilecek bir yaşta tanıştık. Kankalığımız aşka dönüştüğünde, belki çok klasik olacak ama onunla evleneceğimi biliyordum. Bunları yaşamamış biri olsaydım ve siz bana benzer bir hikaye anlatsaydınız, "off saçmalama Allah aşkına böyle şeyler yalnızca filmlerde ve romanlarda olur." derdim! Şöyle romantik, böyle destansı bir aşkımız var güzellemesi yapmak için bunu yazmıyorum. Aksine gayet sıradan bir aşkımız ve kavgalarımız var. Ama insanın ilk aşkıyla evlenebilmesi bu devir için biraz gerçeküstü bir durum kabul edelim. İlişkimizde iki çok büyük dönüm noktası vardı, biri düğün hazırlıkları evresi, diğeri de Eylül'ün 1 yaşına kadar geldiği süreç.
Ve şimdi dönüp, geriye baktığımda ikisinin de sebebinin kahrolasıca toplumsal baskılar ve dayatmalar olduğunu görüyorum.
Yuvayı dişi kuş yapar sözünü hangi atamız söylediyse, onunla öte tarafta çok ciddi bir kavgamız olacak, buradan ilan ediyorum! İki kişiden oluşan yuvayı neden yalnızca dişi kuş yapsın ve neden erkek kuşa her fikri sorulduğunda/işe dahil olunması istenildiğinde, ben anlamam yaa sen bilirsin sözlerine maruz kalsın! Bu zihniyeti sonsuza kadar reddediyorum. Sevgili oğlan çocuu ebeveynleri, bu zihniyeti kıracak olan sizlersiniz. Hadi size güveniyorum!
Bağırmayan Karı Koca Olmak kitabında da böyle bir hikaye anlatıyor yazar. Bazı satırları gülerek okumuştum. İkinizin ortak yaşayacağı ev ama dekorasyonla ilgili çoğu kararı kadın veriyor mesela. Erkekler de sen bilirsin, sen beğendiysen sorun yok gibi tamamen kavgadan kaçınan ama kadınları deli eden cümleleri kurmakla yetiniyor.
Bağırmaya Karı Koca Olmak, şiddetsiz iletişimin de temel dili olan ben dilinin önemine vurgu yapıyor. Yani diyor ki cesur olun ve istediğinizi, hislerinizi ifade edin. Yargılama yok! Suçlama yok! "Sen ...... yaptığında, ben ....... hissediyorum." Diyin. O an, asıl hissettiğiniz şeye, hangi duygunuzun karşılanmadığına odaklanmanızı öğütlüyor. Bunu bir örnekle açıklamak gerekirse, diyelim eşiniz sık sık dışarı çıkıyor, birlikte olduğunuz anlarda da ilgisi sizin dışınızda her şeyde o an hissettiğimiz öfkenin sebebi yalnız kalmak, ilişkide olma isteğinizin karşılıksız kalması. Biz hanımlar bu isteği ifade etmek yerine, genel olarak şöyle yaparız. Oflar, puflar, surat asar, çarpına çarpına bir şeyler yapar, alakasız konularda laf sokarız. Psikolojide bu tutuma pasif agresif davranış deniyor. Hal diyor ki bunun yerine cesurca kendi hissinizi söyleseniz, sorun kavgaya varmadan çözülecek belkide. Cesurca diyor çünkü insanın kendi hissini söylemesi, muhatabını suçlamaktan çok daha zor. Hissinizi söylediğiniz an, gardınız kalkar ve kırılganlıkla karşı karşıya kalırsınız. Bunu göze almak en büyük cesaret örneğidir. Brene Brown'un kırılganlık, utanç ve cesaret üstüne yapmış olduğu söyleşiyi de izlemenizi tavsiye ederim yeri gelmişken. Ve Hal belki diyor çünkü bu aslında bir çözüm önerisi değil. Size ilişkiniz üzerine tüyolar veren bir kitap değil. Bu kitap ilişkiniz için önce kendinize, kendi hislerinize odaklanmanızı söylüyor. Kadın ya da erkek, kitabı okuyan her kim ise... Bir ilişki iki kişinin sorumluğu da ancak şu an bu bilgiye kim hakimse, o da kendi payının hakkını vermeli diyor kısaca.
Ben de klasik bir pasif agresif davranışçıyım-dım. Hala gidilecek çok yolum var ve kırılganlığımı tamamen göğüsleyebicek tam bir cesaretim yok henüz. Velakin niyet etmiş bulunduk bir kere. Yol uzun, çetrefilli ama sahici!
Coğrafya kaderdir diyorlar ya hani, Orta Doğu'da kadın olmak da zor, erkek olmak da! Toplum her iki cinse de kaldıramayacağı yükler bindirmişken, sağlıklı ilişkiler kurmak bihayli zorlaşıyor. Ancak toplum dediğimiz sensin, benim. İşe önce kendimizle, kendi ilişkilerimizle başlamalıyız ki toplum değişsin, dönüşsün!
29. yaşımın son yarısında anlıyorum ki bağ bu dünyadaki en kıymetli şeydir!


1 Temmuz 2019 Pazartesi

Tırtıldı, Kelebek Oldu!

Ben Bebek Değil Çocukum! Böyle dedi Eylül, onu bebeğim diye severken...
Ben hala daha onun yaşını ay olarak hesaplayayım, kıyafetini giyerken "dur anneciğim sana yardım edeyim" deyip kıyafetini giydirmeye çalışadurayım...


Üstüm başım süt lekeleriyle doluyken, topuzu dağılmış bir lohusa iken aynadaki aksimi görüp, benim hayatım bitmiş, bundan sonra asla uyuyamayacağım ve asla kendime zaman ayıramayacağım diye düşünüp ağlamıştım. Çünkü lohusalık!
Eğer başıma bir şey gelmeyecekse, bu yazıyı yayınladığım günün gecesi, kim ya o kem gözlü, gözü çıksın demem inşallaaaaaah diyerek açıklıyorum. Artık uyuyorum arkadaşlar! Asın bayrakları uykusuz analar asın! Tünelin sonunda ışık var! 🎉🎊
Bu arada beklentiyi yükseltmemek adına şöyle bir dipnot düşeyim, hala bizimle uyuyup uyanıyor ama gece zibilyon kez kalkmıyorum.

Henüz hamileyken bebek liderliğinde bir emzirme sürecini benimsemiştim. Eylül istediği zaman emmeyi kendi bırakacak diyordum ve sonrası alabildiğine eleştiri biliyorsunuz. Ben öyle diyordum demesine lakin o işler pek de bahsedildiği kadar kolay değilmiş. Yine hiç tecrübe etmediğim bir şey hakkında büyük büyük laflar etmiş, hayatın o imalı gülüşünü ıskalamıştım. 2 yaşına kadar emzirmek arada bunaltsa da benim için de çok keyifle sürdürdüğüm bir eylemdi. 2 yaşından sonra Eylül işi biraz oyuna çevirdi. her canı sıkıldığında, çizgi film izlerken atıştırmalık niyetine, acıktığında, canı acıdığında kısacası her an, her yerde emmek istiyordu. Bu durum artık beni zorlamaya başlamıştı ve emzirirken kendimi hiç mutlu hissedemez olmuştum. Gece bin kere emmeye kalktığı için uykumu da alamıyordum. Yorgun ve açıkçası biraz da sıkılmış hissediyordum. Doğal Ebeveynlik kitabında şöyle bir cümle vardı: Doğal ebeveynlik esaslarından biri bile size ve ailenize uymuyorsa değiştirin. Bu sözü kulağıma küpe etmiştim ama hala daha içim rahat değildi. 25. ayında son 4 azı dişini de peş peşe çıkardı. Allah'ım ölüm gibi bir şey oldu ama kimse ölmedi resmen. 25 aylık çocuuum resmen yeni doğana, bense kelimenin tam manasıyla lohusaya dönmüştük. 💆Tam azılar bitti oh artık yavaş yavaş kendi sütten kesilir derken, bizim kız iyice cozuttu. Bu arada da artık yavaştan kademeli olarak sütten kesme olayını araştırıyorum. Bir iki blog ve köşe yazısı dışında hiçbir tatmin edici bir kaynak yok. O sebepten ben de bir türlü cesaret edemiyorum başlamaya. Nasıl yapacağımı bilmiyordum ama nasıl yapmayacağımı biliyordum. Karnını doyurmak için, sakinleşmek için, bağ kurmak için, canı acıdığı için çok severek emdiği memesini tek seferde, tiksindirerek ya da korkutarak elinden almayacaktım.  Tek seferde ve tiksindirerek ya da korkutarak kesmenin çocuklarda travmaya neden olduğuna dair bir yığın çalışma var. E hepimiz öyle sütten kesilmişiz, gayet de normal insanlarız sözlerini duymadım bile.
Hem de anne sağlığı için mastit gibi sorunlara sebep oluyor tek seferde kesmek.

Ölümüne uykusuz kaldığım bir gecenin sabahı, tamam artık dedim öyle ya da böyle başlıyorum bugün.

Kaynaklarda genel olarak öncelikle gece beslenmesini kesin diye önerilerde bulunulmuş ben de ilk öyle başladım. Ammaaaan o neydi Allah'ım! 45 dk falan kesintisiz ağladı sanırım. Sabahına yine vazgeçmiştim. Ben ameliyat olduğum zaman Eylül'e bir gece ablam bakmıştı. Onunla konuştum ne yapayım olmuyor ama ben de artık dayanamıyorum diye. Bana sorarsan direk kes dedi gülerek, biz hep öyle yaptık başka türlüsünü biz de bilmiyoruz ki dedi. Öyle yapmayacağımı bildiği için, aslında önce gündüzleri mi azaltsan diye devam etti. Eylül gündüz daha kolay oyalanıyor. Bizde kaldığı zaman gündüz hiç sormadı, gece çok zorlanmıştı diyince ben de başladım gündüz emmelerini azaltmaya. İlk önce beni illallah ettiren o zırt pırt emmeleri bitirdim. Şöyle bir düşündüm kaç emme ideal diye, sabah uyandığında, öğlen uykusuna dalmadan önce, uyandıktan sonra ve gece uykusuna geçmeden önce olmak üzere uyanık olduğu saatler sadece 4 kere emzirmiş olacaktım. Geceleri hiç ellemedim.
Her emmek istediğinde ona farklı bir teklifle gittim.
- Anne memmee dedi. -Elma ister misin hadi gel birlikte dilimleyelim dedim.
-Anne memmee dedi. -Şimdi meme zamanı değil, Eylül'ü gıdıklama zamaaaanı diyip başladım gıdıklamaya.
Daha fazla dışarı çıktık. Daha fazla oyun oynadık. Ve şunu net olarak söyleyebilirim ki hiç de benim korktuğum kadar zor olmadı. Ben gündüz emmelerini azaltınca o da gece emmelerini kendiğinden azalttı ve bitirdi.
Her ay bir emme sayısını azalttım. Her eksilen defa için 3 gün kadar zorlanma oldu ve her seferinde benim de içimde bir hüzün vardı. Bu Eylül için olduğu kadar benim için de çok zordu. Çünkü hiç bilmiyordum tamamen içgüdüsel hareket ederken, acaba yanlış mı yapıyorum iç sesim sağolsun hiç yakamı bırakmıyordu. 3.ayın sonunda artık sadece uykuya geçişlerde emiyordu ve gecede artık bir kere falan emmek için uyanıyordu. Gün boyu hiç emmediğinden sanırım, uykuya geçişleri de çok hızlı oluyordu. Bir ara acaba kesmesem böyle devam mı etsem diye düşündüm ve o dönem sanki iç sesimle savaşım varmış gibiydi. Bazı geceler çok yoruyordu. Ramazan başlamadan bu işi bitireceğim dedim iki emme de uyku öncesi nasıl olsa, şimdi bir ver, bir verme olmasın kafası karışır diye düşünüp tek seferde kesmek gibi bir hata yaptım. 4 gün boyunca ona da kendime de boşuna eziyet ettim ve pes edip tekrar emzirdim. Ramazana kadar yeniden uyku önceleri emiyordu ama bu sefer şöyle bir yol izledim. Emzirirken onunla konuştum, artık yorulduğumu, sütlerin azaldığını, onun büyüdüğünü falan anlatıyordum. Kıştan beri en çok dilinde olan şey okula gitmekti. Bu sebepten okula giden çocukların artık emmediğini falan anlatıyordum. O da sırayla arkadaşlarının, kuzenlerinin emip emmediğini soruyordu. Ramazan Ayı'nın birinci günü gece uykusuna geçişini kesme kararı verdim ve burada gerçekçi olmak zorundayım ilk 10 gün çok zordu. Nerdeyse sahura kadar yatmıyordu, defalarca ağlıyor, kendini paralar hale geliyordu. Ender devreye giriyordu ama asla duymuyordu bizi o anlarda. Aletha Solter, Çocuğunuza Kulak Verin Kitabında uzunca bir bölüm ağlamanın öneminden bahsetmişti. Ben Eylül'ün bebekliğinden beri, o ağladığında olağanüstü hal ilan eder, o sussun diye elimden gelen her şeyi yapardım. Bunun ne denli yanlış olduğuyla yüzleşmiştim okurken. Bu sefer öyle yapmadım. Çok zorlanıyordu görüyordum ve bununla nasıl baş edeceğini bilmiyordu, ben de bilmiyordum. Ağlamasına ve öfkesini dışarı atmasına izin verdim, bunun için alan açtım. Çoğu zaman bir süre sonra kucağımda sakinleşip, öyle dalıyordu.
Şubat Ayında Mamma Show'daki bir söyleşiye katılmıştım. Instagram'dan da beğenerek takip ettiğim pedagog Aslıhan Tokgöz Onaran, psikolog Gülay Okutucu Karaman ve o gün tanıma fırsatı bulduğum emzirme danışmanı Melody De Visscher Büyükkaraca konuşmalarını dinlemiştim. Melody Hanım, o gün şefkatle emzirmeyi sonlandırmak üzerine konuşmuştu ve bununla ilgili hem ebeveynler hem de çocuklar için bir kitap yazdığı müjdesi vermişti. Ha bugün, ha yarın derken nihayet Ramazan Ayı'nda kitap çıktı ve hiç beklemeden sipariş verdim. adı Güle Güle Meme. Zaten sonuna gelmiştik ama bize yardımı büyük oldu. Kitap iki bölümden oluşuyor. İlk kısmı çocuklar için. Bu kısımda yazar, kendi çocuğuyla deneyimlediği emzirme sınırlandırma deneyimini resmedip, anlatıyor. İkinci kısımda anneler için güzel öneriler var.
Eylül her akşam yatmadan önce o kitabı okumamı istiyordu(uyku rutinine kitap okuma eklemiştik), kitabın karakteri Jazz'la hemen kendini özdeşleştirmişti. Bunun bir diğer sebebi de kitapta bazı çerçeveler var oralara fotoğraf yapıştırabiliyorsunuz. Bu etkinliği Eylül babasıyla birlikte çok eğlenerek yaptı. Böylece bu kitap bizim de anı kitabımız oldu.💙🎈
Kitap bu.


Son hafta artık ona şöyle diyodum. Yakında bayram gelecek ve bayramdan sonra memeye sen de güle güle diyeceksin kızım tamam mı diyordum ve o da tamam diyordu.
30 Mayıs'ta hiç beklemediğim bir şey oldu, bütün gün çişinin kakasının geldiğini, tuvalette yapmak istediğini söyledi. Küçük çaplı şok eşliğinde, içimde milyonlarca kelebeğin kanat çırpınışı vardı. Benim minik bebeğim gerçekten büyüyordu. Sonrasında evde bez giymek istemedi, arada ufak tefek kazalar oldu tabiki(hatta hala daha bazen oluyor), ben de korkudan dışarı çıktığımızda bez bağlasın diye yalvarıyordum.
Bayram'ın 3. günü artık memelerde süt bittiğini ve emmeyeceğini söyledim. Yine ağlayıp, bağıracağını bekliyordum ama öyle olmadı. Tamam dedi ve o gün öğle uykusuna emmeden daldı.
Öyle çok mutlu oldum ki bunu kelimelerle ifade edemem. Beni mutlu eden şey, emzirmenin sonlanması değil, şefkatle sorunsuz sonlanması olmuştu. Tarihler 6 Haziran'ı gösteriyordu...
Ama endişelerim bitmedi tabi, hiç ağlamaması normal mi acaba üzüntüsünü bastırıyor mu diye içim içimi yedi günlerce. Memeye bakmak, dokunmak, öpmeyi istemek gibi davranışların görülebileceğini ve bunun normal olduğunu okumuştum. Bir iki defa öpmek istedi izin verdim ve hepsi bu. Tam 30 aylık emzirme maceramız başladığı gibi şefkatle son bulmuştu. Çok şükür, bin şükür...
Bez olayına gelince, bayramda ziyaretler falan derken hep bez bağladım genel olarak tuvaletini söylüyordu ama yine de bezler doluyordu ve uykularında da takıyordum. Ablam bezi tek seferde bırakmamı önerdi ve yine onu dinledim. yatağına sıvı geçirmeyen alez geçirdim ve bezi tamamen bıraktırdım. Sorasında birkaç kaza oldu veeee bez dönemi de kendiliğinden tarih oldu! Teşekkür ederim canım kızım, çünkü annen bu süreci de yönetebilecek cesareti kendinde bir türlü bulamıyordu! Aslında bez bırakma sinyallerini geçen sene Ağustos ayından beri veriyordu ben bir şekilde cesaret edemiyordum. Eylül kendi göbeğini kendi kesmiş oldu böylece.

İşte böyle...Memeyi tutsun diye kan ter içinde kaldığım, meme ucu yaralarından mütevellit ağlayarak emzirdiğim günlerin geride kaldığı gibi, emzirme dönemi de bez dönemi de geride kaldı artık bizim için. Bebeğim çocuğa, anneliğim de farklı bir boyuta evrilmiş oldu! Teşekkürler canım kızım, teşekkürler okuduğum kitaplar, teşekkürler seçtiğim ebeveynlik yolum, teşekkürler canım eşim(burda çok detaylı anlatmadım ama her tükendiğim anda bayrağı o devraldı.) ve teşekkürler canım kendim!💐💙


17 Ocak 2019 Perşembe

Annelik vs İş Hayatı

 Bu yazının başlığını atıp uzunca bir süre taslak halinde beklettim, tıpkı zihnimde beklettiğim gibi...

 Henüz bir çocuk sahibi olmak isteyip istemediğime karar vermemişken bile, aklımda şu düşünce vardı. Bir gün anne olursam, çocuğumun bana en çok ihtiyaç duyacağı yıllarda yanında olmak istiyorum. Bu sebepten Eylül doğduktan kısa bir süre sonra tekrar çalışmak hiç gündemimizde olmadı. Okuduklarımdan yola çıkarak kendimce en az 3 yıl diye bir zaman belirlemiştim kafamda. Ancak o işler pek de öyle ilerlemiyormuş günümüz koşullarında.

 Her şeyden önce Türkiye'nin mevcut şartlarında insanca bir hayat sürdürebilmeniz tek maaşla mümkün değil. Tabi bu, o tek maaşın basamak değeriyle doğru orantılı. "İnsanca yaşam"dan kastım asla bizlere lüks olarak empoze edilen şeyler değil. Ayda bir bir filme/oyuna gitmek, ailecek keyifli bir etkinlik yapmak, çok bunaldığınızda ay sonunu düşünmeden bu leş gibi şehir hayatına küçük bir mola vermek vs. Bunların hiçbiri lüks değil, aksine bunlar hayatı çekilebilir kılan manevi ihtiyaçlarımız. Bahsettiğim şey, yalnızca Instagram'a hikaye ve içerik eklemek için alınan marka kıyafetler, kallavi restorantlarda yenilen yemekler, üstünde adınız yazdığı için karton bardakta içilen kahveler değil. İnsanların çoğu geçim sıkıntısı çekmek pahasına bundan vazgeçmiyor, vazgeçemiyor! Çünkü ne derler bilirsiniz, show must go on! Neyse biz konumuza geri dönelim.
 Nicedir hayatımda minimalizmi yaşıyorum. Evde enerjimi tüketen ne varsa attım. Sırf bir gün lazım olur diye sakladığım ve asla lazım olmayan o şeyler yığınına sonsuza kadar elveda dedim. Potansiyel bir alışveriş delisinden, buna gerçekten ihtiyacım var mı diyen insana evrildim. Söz konusu Eylül olunca işler hala daha al bunu, bunu da al, ay bu da çok lazıım şeklinde devam etse de şu an ki halimden oldukça memnunum. Bu aralar ise minimalizmin felsefesini öğrenmek ve tüm hayatıma adapte etmek istiyorum. Çünkü gerçekten bu tüketim çılgınlığı, beni zihinsel olarak çok yoruyor. Tüketim çılgınlığından kastım yalnızca para vererek sahip olduklarımız değil, ilişkilerimiz, zamanımız, tüm hayatımız. Her şeyi çok hızlı tüketiyor ve bir sonrasını istiyoruz. Malesef  bu döngü hiç bitmiyor...
 Minimalizmin konuyla ne alakası var derseniz, şöyle ki tek maaşla geçinebilme adlı ortak sorunumuz üzerine düşünürken kendime ihtiyaçlarımızın ne kadarı gerçekçi ve gerekli sorularını sorduğumu farkettim. O dönemde sosyal medyada sık sık benzer içeriklere denk geliyordum. Biraz araştırıp, üstüne düşününce sadeleşmeye karar verdim ve sadeleşmeye önce sosyal medyadan başladım. Bana kendimi yetersiz ve mutsuz hissettiren hesapların tamamını takipten çıkardım. O bile insanda müthiş bir hafiflemeye neden oluyor. Tavsiye ederim. Öyle, böyle derken ihtiyaçlarımı en aza indirmiş oldum. Bana geçici değil, kalıcı mutluluklar verebilecek şeyleri satın aldım. Ancak bu bile, Türkiye'de tek maaşla insanca yaşamak için yeterli değil!
 Eylül 2 yaşına girdikten sonra, kesinlikle en başta bu sebepten, sonrada kendimi yeniden işe yarar ve ayakları üstünde durabilen biri olarak hissetmek istediğim için çalışmayı istediğimi farkettim. Artık çalışmak istiyorum ama .... Evet hayatımızın ortasında kocaman bir ama var! Hatta amalar var! O amalar ne mi?
 Türkiye'deki üniversiteleri saymanız istendiğinde belki aklınıza gelecek ilk beş okuldan olan Marmara Üniversitesi mezunuyum ancak, medya öyle bir sektör ki asla kuvvetli bir referansınız olmadan işe başlamanız mümkün değil. Başladınız diyelim hem çalışma saati olsun, hem emeğiniz olsun son damlasına kadar sömürülüp, karşılığında ise üç kuruşa talim etmeniz beklenecek. Üstelik mezun olduktan sonra çalıştığım kanalda, haber müdürümün ayağımı kaydırmak için yaptıklarını hala unutmuş değilim. Bu mesleği gerçekten yapıp yapmak istediğimi bilmiyorken, Eylül'ün hayatından bu kadar uzun bir zaman dilimini alamam. Bu sebeplerden gazetecilik ihtimalini elemiş oldum.
 Özel sektörde halkla ilişkiler ve insan kaynakları için verilen ilanlara başvuruyorum bir bir ama hepsi en az 3 yıl tecrübe beklediğinden bir dönüş alamadım malesef...
 Bir de çalışma saati sorunsalı var. Özel sektörde ortalama çalışma saatleri 9-7, bir de buna günlük ortalama 3 saat yol eklersek, günün 13 saati kızımdan ayrı kalacağım demek. Türkiye'de hiçbir kreş bu kadar uzun saat hizmet vermiyor, verse bile bu benim maaşımın büyük bir kısmının zaten oraya gitmesi demek olurdu. Aile büyükleri baksa, bu kadar uzun saat Eylül'ün tüm taleplerine cevap vermeleri o yaş ve hastalıklarla mümkün olmaz. Teyzeler desen evimize en az 1 saat uzaklıktalar zaten. O yüzden bu ihtimali de Eylül biraz daha büyüyene kadar rafta bekletme kararı aldım. Kagider'in araştırmasına göre, Türkiye'de kadınlar en çok bu sebepten, doğum yaptıktan sonra iş hayatına geri dönmüyor. Nasıl dönsün? 😔
  Gelelim son ihtimale. Evlendikten sonra 2 yıl ücretli İngilizce Öğretmenliği yaptığımdan bahsetmiştim ki bu meslek manevi olarak bana en çok haz veren işimdi. Şimdi geriye dönüp baktığımda en çok öğretmenliği özlüyorum. Kendimi en çok, birinin kalbine dokunurken işe yarar hissettim. Hala ara ara öğrencilerimin attığı mesajlar beni öyle mutlu eder ki... Sanırım en çok bu sebepten ve saat olarak bize en çok uyacak iş bu olduğundan 2. dönem için yeniden ücretli öğretmenlik başvurusunda bulundum. Vatana, millete hayırlı olmasını umuyorum. 😂Bakalım nasıl sonuçlanacak?
 Özetle varmak istediğim yer şu: kapitalist sistem diyor ki eğer benim çarkımın dişlileri arasında yer alacaksan, çoluğunu, çocuğunu düşünmeden köle gibi çalışacaksın. Çalışamam diyorsan çarkımın arasında ezileceksin! Başka seçenek yok! Varsa da ben bilmiyorum!